Varlık Sahnesinde İnsan: Eylem, Anlam ve Sorumluluk

İnsan, varlık âlemine belirli bir gaye ve donanımla gönderilmiş seçkin bir varlıktır.

Onu diğer canlılardan ayıran en temel vasfı, eylemlerini bilinçli bir tercih ile yönlendirme yeteneği olan iradedir.

Bu irade, insana sadece seçme özgürlüğü değil, aynı zamanda seçtiklerinin sonuçlarına katlanma sorumluluğunu da yükler.

Dolayısıyla insan hayatı, kör bir tesadüfler zinciri değil, her bir halkanın bir öncekinden doğduğu ve bir sonrakini şekillendirdiği anlamlı bir bütünlüktür.

Eylemlerimiz, boşlukta kaybolan sesler veya suda eriyen dalgalar değildir; aksine, karakterimizi inşa eden, manevi kimliğimizi şekillendiren ve nihai kaderimizi tayin eden kalıcı izlerdir.

İslam düşüncesinde eylem, salt fiziksel bir hareketten ibaret değildir.

Onu değerli veya değersiz kılan, ardındaki niyet ve taşıdığı manevi yankıdır.

Bir eylemin ontolojik kökeni, yani varlık sebebi, kişinin iç dünyasında yatar.

Bu perspektiften bakıldığında, yapılan her iyilik ve ortaya konan her güzel davranış, aslında bireyin kendi ruh bahçesine ektiği bir tohumdur.

Bu tohum, zamanla filizlenir, büyür ve sahibine huzur, bilgelik ve manevi tatmin meyveleri sunar.

Kişi, başkasına tebessüm ettiğinde, aslında kendi iç dünyasının aydınlığına bir pencere daha açmış olur.

Bir muhtacın elinden tuttuğunda, kendi ruhunun manevi zenginliğini artırır.

Bu durum, evrensel bir ilahi yasadır; iyilik, kaynağına dönme ve onu daha da arındırma eğilimindedir.

Nitekim bir hadis-i şerifte, “Ameller ancak niyetlere göredir ve herkes için ancak niyet ettiği şey vardır” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) buyrularak, eylemin dış görünüşünden ziyade, onu doğuran içsel motivasyonun merkezi önemi vurgulanmıştır.

Bunun tam tersi bir durum, kötü ve yıkıcı eylemler için de geçerlidir.

Bireyin işlediği her bir günah, söylediği her bir yalan veya sergilediği her bir adaletsizlik, başkasına zarar vermeden önce, kendi manevi varlığına indirilmiş bir darbedir.

Kin, haset ve kibir gibi olumsuz duygularla beslenen eylemler, ruhu zehirleyen toksinler gibidir.

Kişi, bu eylemleriyle aslında kendi vicdan aynasını kirletir, fıtratındaki saflığı bulandırır ve kendini ilahi rahmetin tecellilerinden uzaklaştırır.

Kur’an-ı Kerim bu gerçeği, “Hayır, onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır” (Mutaffifîn Sûresi, 14) ayetiyle ifade eder.

Paslanan bir kalp, hakikati görme ve hissetme yetisini yitirir. Dolayısıyla kötülük, nihai tahlilde, failin kendisine karşı işlediği bir cürümdür.

Bu durumu daha iyi anlamak için birkaç veciz örnek üzerinde düşünebiliriz:

İlk olarak Çiftçi Metaforu üzerinden olsun:

İnsan, hayat tarlasının çiftçisidir.

Eylemleri ise bu tarlaya ektiği tohumlardır.

Buğday tohumu eken bir çiftçinin, hasat mevsimi geldiğinde diken ve ayrık otu biçmesi beklenemez.

Aynı şekilde, hayat tarlasına dürüstlük, merhamet ve adalet tohumları eken bir kimse, eninde sonunda bunun manevi ürünlerini toplayacaktır.

Buna karşılık, tarlasına zulüm, hile ve bencillik tohumları saçan biri, yalnızlık, huzursuzluk ve pişmanlıktan başka bir şey biçmeyecektir.

Ektiği her tohum, doğrudan kendi ambarına veya ziyan hanesine yazılır.

İkinci olarak Ayna Metaforu üzerinden olsun:

İnsanın eylemleri, karakterinin bir yansımasıdır.

Bir aynanın karşısına geçip gülümsediğinizde, aynadan size yansıyan da bir gülümsemedir.

Kaşlarınızı çattığınızda ise çatık kaşlı bir suretle karşılaşırsınız.

Ayna, size sizden başkasını göstermez. Benzer şekilde, kâinata gönderdiğimiz her salih amel, bize manevi bir dinginlik ve ilahi bir iltifat olarak geri döner.

Sergilediğimiz her kötü fiil ise kendi iç huzurumuzu bozan ve bizi gölgemiz gibi takip eden bir karaltıya dönüşür.

Bu ilahi adalet mekanizması, sadece bu dünya ile sınırlı değildir.

İnsan hayatının teleolojik yani ereksel boyutu, onun nihai bir hesap gününe doğru ilerlediği gerçeğinde yatar.

Dünya hayatı, bir imtihan ve hazırlık sürecidir.

Asıl ve eksiksiz karşılık, her şeyin en ince ayrıntısına kadar tartılacağı o büyük günde verilecektir.

Nitekim Kur’an’da, “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz” (Enbiyâ Sûresi, 47) buyrularak, ilahi adaletin mutlak hassasiyeti gözler önüne serilmiştir.

Zilzâl Sûresi’nde ifade edildiği üzere, zerre miktarı hayrın da zerre miktarı şerrin de karşılığının görülecek olması, bu sistemin kusursuzluğunu teyit eder.

İslam’ın insana ve eylemlerine bakışı, derin bir sorumluluk bilinci üzerine kuruludur.

İnsan, kendi kaderinin pasif bir kurbanı değil, iradesiyle kendi manevi geleceğini inşa eden aktif bir öznedir.

Yaptığı her iyilik, kendi lehine bir yatırım; işlediği her kötülük ise kendi aleyhine bir borçtur.

Bu şuurla yaşayan bir birey için hayat, anlamsız bir koşuşturma olmaktan çıkar; her anı, her seçimi ve her eylemiyle ebedi yurduna hazırlık yaptığı anlamlı bir yolculuğa dönüşür.

Zira en nihayetinde herkes, eylemlerinin somut bir karşılığa dönüştüğü ve mutlak adaletin tecelli edeceği Yüce Yaradan’a dönecektir.

Herkesin heybesinde götüreceği tek şey, bu dünyada kendi elleriyle işledikleridir.

Bize Ulaşın

Soru, talep ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.