Söz ve Sükut Arasındaki Hikmet: İslam’ın Öğrettiği Temkinli Yaşam Felsefesi

​İnsan yaşamı, sayısız etkileşimin, inişin ve çıkışın yaşandığı bir imtihan meydanıdır.

Bu meydanda sağlam bir duruş sergilemek, yalnızca güçlü bir imanla değil, aynı zamanda o imanı hayata geçiren akıl, hikmet ve tedbir ile mümkündür.

İslam’ın öğrettiği temel prensiplerden biri, kişinin hem Rabbi ile olan ilişkisinde samimi olması hem de yaratılmışlara karşı muamelelerinde dengeli ve sorumlu davranmasıdır.

​Kişisel hayatın her alanında bir mahremiyet perdesi bulundurmak, mümince bir yaşamın zaruretlerindendir.

Zira her nimeti, her başarıyı veya her zayıflığı uluorta paylaşmak, beraberinde birtakım riskleri getirir.

Aşırı açıklık, bazen başkalarının kalbinde yeşerebilecek hased ve kıskançlık gibi manevi hastalıklara davetiye çıkarabilir.

Nimetlerin sadece Allah’tan geldiği bilinciyle, onları koruma altına almak, aslında o nimete duyulan şükrün ve saygının bir ifadesidir.

Öte yandan, kişinin zafiyetlerini veya sıkıntılarını gelişi güzel ifşa etmesi de, kötü niyetli kimselerin istismarına ve suistimaline açık bir kapı bırakabilir.

Mümin, izzetini korur; çünkü izzeti Allah’ın ona bir emanetidir.

O, aczini ve ihtiyaçlarını yalnızca kâinatın gerçek sahibi olan Yaratıcısına arz eder, O’na sığınır ve O’ndan yardım diler.

Bu, aynı zamanda gerçek tevekkülün de ta kendisidir.

Tevekkül, yani Allah’a güvenip dayanmak, bir müminin kalbi itikadıdır.

Ancak İslam, bu derin güveni, tedbirsizlikle karıştırmamayı emreder.

Tevekkül, fiiliyata dökülmüş bir gayretin ve akli bir hazırlığın neticesinde kalbin huzur bulmasıdır.

Bir yandan Allah’ın takdirine teslim olurken, diğer yandan da elden gelen her türlü meşru çabayı göstermek, müminin şiarıdır.

Zira “önce deveyi bağla, sonra tevekkül et” düsturu, bize bu mükemmel dengeyi işaret eder.

​İnsan ilişkilerinde hüsn-ü zan (iyi niyet) asıldır; bu, cemiyetin selameti için temel bir ahlaktır.

Ancak bu iyi niyet, kişinin aklını ve tecrübelerini bir kenara bırakması anlamına gelmez.

Mümin, dünyayı bir tecrübe alanı olarak görür ve çevresindeki olayları, insanları akıl, basiret ve şer’i ölçülerle tartma görevine sahiptir.

Peygamberimizin buyurduğu gibi, mümin aldatmaz, ancak aynı zamanda aldanmaktan korunmayı da bir görev bilir.

Bu, ne şüpheci bir paranoyayı ne de körü körüne bir teslimiyeti ifade eder; aksine, akıllı ve temkinli bir uyanıklığı temsil eder.

Bu dengenin temel direği ise ilim ve hikmettir.

İlim, sadece kitaplardan veya hocalardan edinilen kuru bir bilgi yığını değil, aynı zamanda o bilginin hayata tatbik edilme sanatıdır.

Hikmet ise, bilgiyi en uygun yerde, en uygun zamanda ve en uygun biçimde kullanabilme yeteneğidir.

Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi, hikmet büyük bir hayırdır.

Zira cehalet sadece bilmemek değil, aynı zamanda sahip olunan bilgiyi nerede ve nasıl kullanacağını bilememektir ki, bu durum kişinin kendisine ve çevresine zarar vermesine neden olabilir.

​Son olarak, bu ilim ve hikmet dengesi, müminin söz ve sükût terazisini doğru kurmasını sağlar.

Mümin, sözün kıymetini bilen kişidir.

O, konuşmadan önce sözünü tartar, hedefinin ve faydasının ne olduğunu düşünür. Bazen sükût etmek, en hikmetli konuşmadan daha büyük bir hayır ve koruma vesilesi olabilir.

Söz, bir emanettir ve yerinde kullanıldığında hem kişiyi hem de çevresini fesattan korur.

Müminin sözü, dilden dökülen bir nehir misali, bereketli ve temiz olmalıdır.

​Bu duruş, mümini hem dünya hayatının zorluklarına karşı güçlendirir hem de onu ahiret için hazırlayan olgun bir karaktere ulaştırır.

Bize Ulaşın

Soru, talep ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.