Hakikatin neşredilmesi süreci, İslami idrak açısından ele alındığında, salt bilginin formel aktarımının ötesinde, muhatabın manevi ve psikolojik yapısı ile kurulan derin bir etkileşim olarak tezahür eder.
İlahi Hakikat , kendine münhasır ağırlığı ve mutlaklığıyla var olsa da, bu Hakikatin insani idrak düzleminde karşılık bulması, alıcının kalbinin ahvali, nefsinin temayülleri ve aklının kapasitesi gibi değişkenlere sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu nedenle, İslami tebliğ metodolojisi, vahyin içeriği kadar, bu içeriğin kim tarafından, kime, nasıl ve hangi bağlamda sunulduğuna dair incelikleri barındıran zengin bir hikmet pratiğidir.
Kur’an-ı Kerim’in tebliği hikmetle, güzel öğütle (mav’izah hasanah) ve en güzel şekilde mücadele (cidal ahsan) ile yapılması yönündeki emri (Nahl Suresi, 125), hakikatin aktarımının yalnızca içeriğe değil, metodolojiye de odaklanılması gerektiğini net bir biçimde ortaya koyar.
Bu, bir nevi “epistemik pedagoji”dir; yani, bilginin nasıl kavranacağını kolaylaştıran bir öğretim bilimidir.
Muhatabın kalbinin perdelenmiş ya da aydınlanmaya açık oluşu, nefsinin taşkın arzulara meyilli ya da tezkiye yolunda ilerlemekte oluşu, aklının şüphelerle dolu ya da berrak oluşu, tebliğ edilen hakikatin nüfuz edip kök salması üzerindeki en temel belirleyicilerdendir.
Bu bağlamda, hakikati tebliğ eden (mübelliğ), muhatabın bu içsel coğrafyasını anlamaya çalışmakla yükümlüdür; onun hangi kavramsal dilde düşündüğünü, hangi metaforlarla dünyaya baktığını, hangi duygusal hassasiyetlere sahip olduğunu gözlemlemeli ve iletişim stratejisini buna göre şekillendirmelidir.
Hakikatin “dozajı” ve “sunumu”, Nebevi Sünnet’te açıkça görülen bir hassasiyettir.
Resûlullah’ın (s.a.a), farklı sahâbelere veya farklı durumlardaki muhataplara karşı sergilediği tebliğ üslubundaki çeşitlilik, hakikatin tek kalıba sığdırılamayacağını, bilakis muhatabın idrak düzeyine ve ruhsal hazırbulunuşluğuna uygun olarak esneklik göstermesi gerektiğini ortaya koyar.
Örnek vermek gerekirse, henüz imanın inceliklerini kavramakta zorlanan birine fıkhi detayların veya karmaşık kelami meselelerin anlatılması yerine, tevhidin temel prensipleri ve ahlaki erdemler üzerine odaklanılması, tebliğin daha etkili olmasını sağlar.
Bu, bilginin tedrici olarak verilmesi prensibiyle de örtüşür.
Vahyin de 23 yıllık bir süreçte, toplumun ve bireylerin hazırbulunuşluğuna göre aşamalı olarak nazil olması, hakikatin sindirilmesinin ve hayata nüfuz etmesinin zaman, sabır ve uygun bir bağlam gerektirdiğini gösterir.
Ayrıca, tebliğin “nazik” ve “hikmetli” oluşu, sadece bir üslup meselesi değil, bizatihi Hakikat’in kaynağı olan ilahi rahmetin tebliğci vasıtasıyla yansımasıdır.
Katı, kaba veya yargılayıcı bir yaklaşım, kalpleri Hakikat’e açmak yerine kapatır.
İmam Gazali gibi mütefekkirler, bilginin ve hikmetin ancak nefsin tezkiye edildiği ve kalbin arındığı ölçüde gerçek anlamda faydalı olabileceğini vurgulamışlardır.
Dolayısıyla, tebliğcinin görevi, sadece dışsal bir mesajı iletmek değil, aynı zamanda muhatabın içsel olarak bu mesaja karşı reseptif hale gelmesine yardımcı olacak bir ortam oluşturmaktır.
Bu, yeri geldiğinde muhatabın şüphelerine karşı sabırlı olmak, bilgisizliğine karşı anlayışlı olmak ve hatalarına karşı bağışlayıcı bir tutum sergilemekle mümkündür.
Nihayetinde, Hakikatin tebliği, mübelliğin çabası ile muhatabın kalbinin ve nefsinin durumu arasındaki etkileşim ve en önemlisi, Allah’ın hidayeti nasip etmesi arasındaki bir kesişim kümesidir.
Mübelliğ, en hikmetli ve nazik yolları kullanarak en uygun zemini hazırlasa da, kalpleri Hakikat’e açan nihai olarak Allah’tır.
Bu idrak, tebliğciye hem bir sorumluluk yükler (çünkü elinden geleni en güzel şekilde yapmalıdır) hem de bir tevazu kazandırır (çünkü sonucun kendi kudretinde olmadığını bilir).
Dolayısıyla, İslami bakış açısıyla hakikatin tebliği, bilginin içeriği, tebliğcinin metodolojisi, muhatabın içsel durumu ve ilahi hidayet arasındaki karmaşık ve kutsal bir süreçtir; bu süreç, yalnızca bilgi aktarımı değil, kalplerin fethi ve ruhların arınması amacını taşır.